YALNIZLIK

Dışımız parıldayan güneş gibi handan, içimizse hep yaprak döken bir hazan
Böyle bir beyit okumuştum geçmişte, ne şairini hatırlarım ne de okuduğum dergi yahut kitabını. Ama bende büyük bir yer edinmiş ve farkında değilmişim. Hangi konuda yazı yazsam diye düşünürken hem yalnızlık konusu hem de bu beyit, pat diye arka arkaya geliverdi.
Hepimiz yeni yerlere alışmaya çalışıyoruz. Hani derler ya “insan, bir yere çok çabuk alışabilen bir varlıktır.” Gerçekten de öyle. Hadi gelin sizi aydınlatayım: Hangi hayvan, hangi bitki, dünyanın her türlü ikliminde, farklı farklı coğrafyaların her birinde yaşayabilir? Nefes alabilir, yiyebilir, içebilir, gezebilir? Kutup ayısı, çölde yaşayamaz. Çöl tilkisi ise kutupta yapamaz. Sudan hiç hazzetmeyen kaktüsü yağmur ormanlarına koyun bakalım, ne oluyor? Ama insan her bir coğrafyada, her birinde gayet yaşıyor. Biz şu kışın soğuğunda donuyoruz dersek Sibirya’dakiler bizimle dalga geçer. Hülasa, “insan” alışıyor. İçinde bulunduğu duruma, yaşadığı şartlara… En azından uyum sağlamaya çalışıyor, çabalıyor.
Bu iyi bir şey… Peki uyum sağlamakla mı kalıyor her şey? Tamam alıştı deyip işin içinden sıyrılacak mıyız? En olmadık bir zamanda, hatta bir gece ansızın, içine düşen o herkesin nefret ettiği hissizlik, anlamsızlık, aşağılık duygu ile yatağından terlemiş bir şekilde uyandığında neler oluyor dersiniz? Denir ki, alışmaya çalıştı lakin başaramadı. Tüm bilincini, organlarını, sistemlerini buna ayak uydurmaya çalıştırdı ama başaramadı. Vücudunun, aklının bir köşesinde tıpkı cazibe kanununda olduğu gibi özünü istedi sahip olduğu her şey: “Beni geri götür, ben buraya ait değilim!” diye haykırdı her bir yeri. Tüm duvarlar, tüm masalar, tüm sesler ve içeriden sessiz ama kendince güçlüce haykıran ihtiyari olmayan bir sesleniş: “Götür beni buradan, ben buraya ait değilim, ait değilim, ait değilim!”
Oysa hep kendini kandırmıştı, burada her şey daha güzel olacak, her şey daha sağlam olacak. Burası o eski yerleri bile unutturacak, bir kapı açılacak ve eski-yeni her şeyi ama her şeyi alıp götürecek ve şimdi yeni bir sayfa açılacak kitabında, yeni dünyalar, yeni hayaller kurulacak, belki bozulacaklar ama “yeni” olanla karşılaşacaktı. İstediği her şey altın tepside ona sunulacaktı. Alaaddin’in sihirli lambası her gün onun kapısını çalacak, 3 dilek isteyecek ondan, bıkmadan usanmadan. Yani hayatı o kadar değişecek ve güzelleşecek. Bunlara inandırmıştı kendini, bunlarla doldurmuştu kendini, geleceğini, hayallerini. Çünkü uyum sağlamak, sağlamaya çalışmak bunu gerektirir, öyle değil mi? Ama Ba-şa-ra-ma-dı.
Çevresindeki herkes ona yabancı geliyorken o nasıl halen uyum kelimesinin gücüne inanabilirdi ki? Devam etti. Olmamıştı işte, işler istediği gibi gitmemişti. Her yeni güne uyandığında bu sefer daha güzel olacak duygusu eşliğinde kapıdan çıktığında ve akşamında o kapıya geri döndüğünde sabahki o duygusundan eser yoktu. Yalnızlık böyle bir şeydi. Yalnızlık, kalabalıklar içinde sessizliği yaşamak demekti. Gürültüler içinde kendi iç sesinin çığlıklarına, tüm varlığınla eşlik etmek demekti. Çünkü bunu yapamazsan, kendine yeter biri olarak görülemezdin, yalnızlığın herkes tarafından tescillenirdi hemen. Uyum sağlamayı başaramadın, bari yalnız kalmayı, yalnızlığın o kendine has duygusunu tatmayı başarabilmeliydi.
Her gün konuştuğu-görüştüğü kişilerin, hatta bulunduğu ortamların, yarın yine aynı saat olduğunda nasıl da bir yabancıdan farksız olduğunu deneyimlemenin dayanılmaz acısını iliklerine kadar hissediyordu. Belki geldiği yere gitse, özüne dönse, belki her şey düzelecekti ama artık bu imkânsızdı. Çoğumuz tatmıştır bu duyguyu.
Mamafih çözüm çok basitti hemen karşıki kıyıda. Hâlbuki kolay gözükenin altında devasa zorluklar da bulunabiliyor. Nasıl mı? İki dağ arasında 5 metrelik bir asma köprü. Geçeceğiniz yer sadece 5 metre. Gerçek hayatta bu mesafeyi ölçmeye bile zaman harcamazsınız. Ama o asma köprünün altında tüm gücüyle köpüren bir nehir var. 5 metreyi geçince her şey çözülecek fakat bunu engelleyen o kadar çok şey var ki. İnsanların türlü hastalıkları da bundan ibaret: 5 metre hastalığı… Gözünü karartsa, az biraz cesaret edip o asma köprüyü geçse her şey çözülecek ama gözümüz nehri görüyor, korkuyor, ayak çekiyor, geri adım atıyor.
Yalnızlık diyorduk, 5 metre hastalığı gibidir. Ama bu ondan da beter. O asma köprüyü oradan koparırsınız, yıkarsınız, tüm iplerini kesersiniz. Bunu yaparken de farkında olmazsınız.
Yalnızlık diyorduk; yalnızlık, kimsenin elinizden tutmadığı bir anda, kendi ellerinizin birbirine kenetlendiğini hissettiğiniz andır. Kendiniz varsınız, başkası yok. Her baktığınız kişide yalnızlığınızı görürsünüz, hatırladınız mı o duyguyu? İşte o duygu çok pespaye bir duygu. İnsanı vezir de edebilir rezil de…
Peki, tüm bunlardan sonra Nietzsche’nin şu sözüne ya ne demeli?
'Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır; kimine göre de, hasta kişilerden kaçıştır..'


Ali Burak ELDEMİR
KOÜ PDR / 2

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KADIN, ŞAİR, BİPOLAR, İNTİHAR: NİLGÜN MARMARA ÜZERİNE

Kocaeli Üniversitesi PDR Topluluğu