Her Şeyin Bir Anlamı Var

…varoluşuna inen ıstırap sanki daha derinlere, kımıldadığında hissetmeyeceğin bir yerlere iniyor. Onunla da başın hoş olsun, çünkü bir anlamı var.

Kemal Sayar’ın “Her Şeyin Bir Anlamı Var” kitabı insanı ele alan dolayısıyla insanın başa çıkması gereken durum ve olayları ele alan kısa kısa denemelerden oluşmaktadır. Kemal Sayar kitapta yer yer danışma sırasında geçen konuya örnek oluşturabilecek olaylara da yer vermiştir.
İlk olarak mutluluk kavramını ele alan Kemal Sayar insan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeliğin ruhuna nüfuz etmek gerektiğini söylüyor. Hayatın bir bakıma şifa bulma arzusu olduğunu ve yola çıkan çabalayan insanların yaralarına merhem bulma çabası içinde olduğunu söylemektedir.
Kitabında başlığını aldığı konuya gelince Kemal Sayar her şeyin bir anlamı olduğunu; çiçeğin, böceğin, dalları eğen rüzgarın, ağzımızdan çıktıktan sonra yüzyıllarca uzayda asılı duran sözcüklerin bir anlamı olduğunu hiçbir şeyin kaybolmadığını her hıçkırığın, hayal kırıklığının yaydığı her titreşim, içimizde bir coşkunun pır pır kanatlanışının kaybolmadığını söylüyor. Kainat gibi insanın da enerjisini sakındığını söylüyor. Dağınık duran her şeyin biz çağırmasını bildiğimiz takdirde bir yapbozun parçaları gibi birleşip bir şey söyleyebildiğini ve sonra yine dağıldığını söylüyor Kemal Sayar. Mutluluğu biraz da biz başka şeylerle meşgulken adeta yolda bulduğumuz bir duygu hali olarak tanımlıyor. Mutluluğun beklendiğinde ve arandığında daha da zor bulunduğunu hayatın akışında mutluluğu düşünmezken seni mutlu edecek küçük bir şeyin birden yolunu kesmesi işte bu mutluluktur. İnsanın beklenti içine girdikçe daha az mutlu olabileceğini, bazen ise bir amaç için yapılan işlerin, yürünen yolların sonucunun insanı her şeyden daha fazla mutlu edebileceğini söylüyor. Eğer hayatımızda hayal kırıklığı ve başarısızlık olabileceğini kabul ederek yola çıkarsak başarı bize daha derin bir tatmin ve sonuç olarak mutluluk sağlar.
Kitapta ilgimi çeken bir diğer bölüm ise yazarın bizimle paylaştığı SEV YA DA SUS başlıklı bölümde yer alan bir danışanıyla olan ilişkisini anlattığı yer. Şöyle anlatıyor; kaç zamandır görüşmeye gelen bir danışanım vardı. Terapi saati şenlikli bir zaman dilimiydi. Fikirler, kitap isimleri havada uçuşur, danışanım beni kendisi hakkında yeni şeyler bulmaya adeta zorlardı. Doğrusu bu ya, kışkırtan, daha iyi olmaya zorlayan, meydan okuyan danışanlarla çalışmak insana ayrı bir mesleki zevk verir. İçinde bulunduğu çalışma ortamının, kişiliğini nasıl etkilediğini konuşuyorduk. “ Rahibe olarak mı yaşayayım bundan sonra?” diye sordu. Gülüştük. Kapitalizmin karakter üzerindeki etkileri meselesinin, bu tartışmanın berisinde gündelik hayatla telif edilemez bir çözüm önerisi taşıdığını düşünüyordu. Biz böyle keyifli keyifli konuşurken bir yere geldik. O yer derin, korkulu, uğultulu bir dipti. Bir orman dibi, bir okyanus dibi, oraya yaklaşmamdan çok tedirgin oldu. Beni uzaklaştırmak istedi. Ama her psikiyatrın içinde gizli olan dedektif beni zorluyordu. Git o kuyuya bir bakraç sarkıt, diplere in, orada neler döndüğünü keşfet. Bir yandan da iyimser yanım, orayı keşfetmekle, oralarda karşılıklı konuşmak ve belki ağlaşmakla insani ilişkimizin daha üst bir boyuta tırmanacağını söylüyordu. Oraya dokunmak ve o yarayı deşmek ikimizi de daha insan yapacaktı. Ondan sonra belki eskisi kadar kolay gülüşemeyecektik. Ancak insanın yaralarıyla birlikte var olduğunu, öykülerimizin içinden çok defa acıların geçtiğini bilecek, daha açık, daha şeffaf olabilecektik. Girmek istemediği o lanetli bölgeye, hafızanın o mayınlı tarlasına benim ısrarımla girdi. O mayınlı tarlada dolaştık. Orada çok büyük travmalar yoktu, ama büyük bir incinmişlik vardı. O incinmişliği bütün bir seans ağlayarak anlattı. Çocukluğun yaraları! Bazen onlar, bizi bir orkestra şefi gibi idare eder. Niçin yaptığımızı bilmediğimiz bir sürü şey, bir alacakaranlık halinde, bir uyurgezerlik durumunda, mazinin ruhumuza dokunuşlarından ibarettir. Oraya girmemi istemiyordu. Kendisini o incinmişlik içinde görmeme hazır değildi. Orada o hazırcevap, kendisiyle dalga geçebilen, her şeyi bırakıp gidebilecek kadar kalender meşrep, zekasıyla gurur duyan üst düzey yöneticisi yoktu. Orada incinmiş bir çocuk vardı. Hala soluk alıp veren. Hala burada ve şimdi de yaşayan. Bugüne ani ataklarla nüfuz eden. Küçük bir kız çocuğu. Görüşmemiz bittiğinde, beni şaşkınlığa düşüren bir kesinlikle, “Bir daha gelmeyeceğim.” Dedi. Ona yaptığı şeyin yanlış olmadığını birkaç cümleyle anlatmam gerekiyordu. Benimle paylaştığı o en dipteki şeylerin onu daha iyi anlamamı sağladığını, bu cesareti gösterdiği için ona teşekkür ettiğimi söyledim. Ama bu görüşmeden bende kafamda birçok soru işaretiyle ayrılıyordum. Bir yara, kabuk bağlaması için uğraşılan bir yara, vakitsiz mi açılıp teşrih masasına yatırılmıştı? Israr etmekle yanlış mı yapmıştım? Geçmişin uğultulu dipleri, onun isteği ve zamanlamasıyla konuşulmalı değil miydi? Gerçekten gelmedi. Gelmeyişi içimde burukluğa dönüştü.
Yazar bu olayda danışanından belki de acılarını açmasını isteyerek aralarındaki o denk ilişkiyi kendi lehine çevirmişti yani danışan ve danışman ilişkisini yakalamıştı. Çünkü danışanının acılarına çıplak gözle bakmak ona ayrıcalık vermişti. Yazar yaşadığı bu pişmanlığı ve yanlışı kitabın 54. Sayfasında bizle paylaşıyor.

Her Şeyin Bir Anlamı Var kitabı kimlik karmaşası, plasebo etkisi, narsisizm, ümitsizlik gibi birçok konunun samimi bir dille işlenmiş, günümüz ruh bilimi ve insan anlayışında güzel olanın izini sürmek gayesiyle yazılmış bir kitap.


Rukiye Baba / PDR3

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KADIN, ŞAİR, BİPOLAR, İNTİHAR: NİLGÜN MARMARA ÜZERİNE

Kocaeli Üniversitesi PDR Topluluğu