SELAM VE FARKINDALIK


Selam vermek sünnet, almak farzdır” denir. Yani selam, bu kadar önemli bir şey. İnsanlara, onların değerli olduğunu hissettiren ender şeylerden biridir selam. Karşınızdaki kişiye “Sen burdasın, varlığından haberdarım ve bunu biliyorum” demenin kısa bir yolu yani. Hatta ve hatta tek bir kelime, yani öyle çok da sizi zorlayacak bir noktası yok bu işin. Tanıdığınız birinin yanından geçerken size selam vermemesini düşünsenize. Bu resmen sizi görmemezlikten gelmektir ve içinde bulunduğunuz o an için düşünceleriniz hepimizin malumu. Selam o kadar önemli bir şeydir ki insanın artık hiç hazzetmediği kişilerle konuşmaması şu şekilde ifade edilir: “Selamı sabahı kesti!


Zenginleşmek… Gönül olarak mı maddi olarak mı? Biz gittikçe maddi olarak zenginleşiyoruz ama gönül olarak fakirleşiyoruz. Bu aslında bir laf cambazlığı değil. Gerçekten kötüye gidiyoruz. Zira paranın çokluğu aynı zamanda gururu da beraberinde getiriyor. Gururun gelmesiyle de insanlığını unutuyor insan. Hayır, bu bir paradoks değil, çok kolay bir sebep-sonuç ilişkisi. Fakir olmak, halen daha Anadolu geleneklerine bağlı kalmak, inanın, insanımızı insan yapan yegâne şeydir belki de şuan. İleride bunlar da gidince; sabahleyin birbirlerinin suratlarına bakmayan, her an kavga etmeye hazır, ters ters cevaplar vermeye meyilli ve etrafındaki kimseyi düşünmeyecek bir insanlık geliyor gerilerden, benden söylemesi.
Mesela birisi, o an için muhtaç olduğumuz bir şeyi yaptığında ona derhal teşekkür etmemiz lazım aslında. Etmediğimizde durum bizim için kötüleşir. Ama ettiğimizde de karşı taraftan şu lafı duymak isteriz: Rica ederim. Peki, rica ne demek? Dilemek demek. Yani bana diyor ki “Teşekkür lafzının dilinden eksik olmamasını temenni ederim, dilerim.” İşin özü bundan ibaret… Atalarımız ne kadar güzel laf oyunları yapmış, güzel sanatlar döktürmüş, değil mi? Bu medeniyeti anlayamayacak kapasitedeki insanlara laf anlatmak da ayrı bir olay zaten. Ama bazı insanlar, hal-hatır-gönül kavramlarının içeriğinden bihaber kişilere bunu anlatmaya çalışıyor, en azından çabalıyor. “Balık bilmezse Halik bilir” diyoruz bazen; ama inanın, bundan sonrası çok zor, harbiden zor. Bir zaman sonra kendinizi sorgulamaya başlıyorsunuz. Saf iyilik her zaman iyidir ama bir yere kadar, bir sınıra kadar. Sonrası gerçekten hata kabul etmez cinsten. Balık bilmezse Halik bilir lafı, öyle her zaman çalışmıyor yani, insan içine sindiremiyor bir kere. Sen duvara mı konuşuyorsun yoksa senin gibi candan kandan birine mi? Bunu bilmek istiyor insan. Karşısındaki muhatap olduğu kişiden cevap duymak istiyor, iyi ya da kötü. Bunu duymadığı vakit, ya yelkenleri indirip dümdüz kayalıklara çarpıp karşındakine zarar verecek ya da gemiden atlayıp “Haydi siz işinize ben işime” deyip bütün köprüleri atacak. Bunun ortası yok, bunun ortasını bulabilen duayenler yarın karşımıza diplomat olarak çıkıyor, işte bunlar büyük bir saygıyı gerçekten hak ediyor.

Her şeyin değeri maddiyatla ölçülmez. İnsanız sonuçta, bizim de duygularımız var. Kırıldığımız, sevindiğimiz, öyle olmaz böyle olur dediğimiz birçok şey var. Karşımızdakinden duymak istediğimiz sözcükler, karşımızdakine duyuracağımız nice güzel duygularımız var bizim. Yani hayat koşturmacasında bir köşeye çekilip soluklanmak da lazım ve bunu yaparken başkalarının ne dedikleri de açıkçası mühimdir. Sınavlara giriyoruz, çıkıyoruz, hasbelkader iyi kötü notlar alıp sınavlarımızdan ya da sınıflarımızdan geçiyoruz; amma ve lakin kimse mesela birbirine şunu sormuyor: “Nasılsın?” “İyi misin, neyin var?” Şöyle bir etrafınıza bakın; işte bahsettiğim bu soruların kaç tanesi, bir başkasına soruldu? Kaç tanesini, bir başkasına bizzat siz sordunuz? Kaç tanesi, bir başkası tarafından bizzat size soruldu? Cevabınız eğer negatif ya da az sayıda soruldu şeklinde ise o zaman “distopya” kelimesinin kullanılma vakti gelmiş de geçiyor demektir. Bu kelimeyi John Stuart Mill kullanmıştı ilk kez, öyle zannediyorum ki bunu boşu boşuna türetmedi. O zamanların toplumu da aynen benim bahsettiğim gibiydi.  Hatta ve hatta o çok övülen George Orwell’ın 1984 romanı da işte bundan dert yanıyordu: Kendisini ve etrafını saygıyla karşılamayan, değer vermeyen bizler, insanlar…

Beyler bayanlar! Bu evren, bu dünya, biz insanlar için bir sınavdan ibaret. Siz kendinizi dünyanın girdabına kaptırmış olabilirsiniz. Amma ve lakin bu hayat geçici, yani ebedi değil. Şurada hepi topu 80 sene yaşayacağız, sonra toprak olup gideceğiz. Birbirimize en güzel selamlarımızı sunmak varken, kuru bir teşekkürü çok görmeyip hasbelkader hal hatır sorsak fena mı ederiz acep? Düşmanlık mı? Yine yapılır ve yapılacak. İnsanın olduğu yerde kötülük de illaki olur ve olmalı da zaten. Yoksa bu dünyanın bir sınavdan ibaret olduğunu unuturuz. Ama bütün bunları ne için söylüyorum? Hepimizin içinde bulunduğu cevher, kurutuluyor, bitiriliyor, çiğneniyor ve zaman içerisinde azar azar tükeniyor. İş budur! İş, bunun farkında olabilmektir. Hani ünlü bir söz vardır ya “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!”… Hayır, ben bunu şuandan itibaren değiştiriyorum: “Farkında olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!

Ali Burak ELDEMİR

KOÜ PDR / 2


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KADIN, ŞAİR, BİPOLAR, İNTİHAR: NİLGÜN MARMARA ÜZERİNE

Kocaeli Üniversitesi PDR Topluluğu