Şu an seni hangi duygun çağırıyor?
Yıllar önceydi…
İçinden çıkamadığım ve beni huzursuz eden bir durum vardı…
İçinden çıkamadığım ve beni huzursuz eden bir durum vardı…
Beni
huzursuz eden, sıkıntıya düşüren, ara ara dalıp gitmelerime yol açan sorunumla
yüzleşmedikçe; sanki içten içten bir şeyler kemiriyordu. Tabii insanların
arasına çıkarken yanımda taşıdığım maskemi hemen yüzüme takmaya çalışıyor, çoğu
zaman ise bocalıyordum. Sahi bocalasam bile soranlara “iyiyim iyiyim, bir şeyim yok” diye geçiştirmeyi iyi öğrenmiş
olmalıyım ki kimse üzerime gelip de bu kemiren şeyleri bulmaya çalışmıyordu.
O zamanlar
ailemden ayrı; doğup büyüdüğüm yerden uzak bir şehirde üniversite okumaya
gitmiştim. Annem iki günde bir arar, nasıl olduğumu merak ederdi. Aslında nasıl
olduğumu merak etmekten çok, mutlu olduğumu bilmek, duymak, emin olmak isterdi.
Ana işte…
Telefonu açtığım an kötüysem de kötü olmamak zorundaydım. Daha telefonu açmadan alo demeden önce, en mutlu halimi takınır, sesimi hemen ayarlayıp ‘mutluluk yumağı’ şeklinde telefonu açardım. Ağlıyorsam bir anda susar, sinirliysem yatışır, üzüntülüysem sanki hiç üzülmemişim gibi kendime gelirdim. Telefonu açmamak demek ise anneme bunlardan birini yapıyor olduğumu düşünmesine sebep olurdu ve bunları düşünmemeliydi. Ayrıca sesim anneme iyi gitmezse, kilometrelerce ötede yavrusundan uzak bir anne yüreğinin alacağı haller, herhalde anlatılacak türden olamazdı.
Bu kovalamaca oyununu uzun bir süre iyi idare ettim. Derken bir gün çok kötü yakalandım. İçimdeki sıkıntının verdiği birikimle mutlu olmayı becerememiş olacağım ki ‘sen iyi değilsin!’ diyerek beni yakalamıştı. Sobelenmemle ağlamayı koyvermem bir oldu. Telefonu kapadım ve ağlamaya devam ettim.
Telefonu açtığım an kötüysem de kötü olmamak zorundaydım. Daha telefonu açmadan alo demeden önce, en mutlu halimi takınır, sesimi hemen ayarlayıp ‘mutluluk yumağı’ şeklinde telefonu açardım. Ağlıyorsam bir anda susar, sinirliysem yatışır, üzüntülüysem sanki hiç üzülmemişim gibi kendime gelirdim. Telefonu açmamak demek ise anneme bunlardan birini yapıyor olduğumu düşünmesine sebep olurdu ve bunları düşünmemeliydi. Ayrıca sesim anneme iyi gitmezse, kilometrelerce ötede yavrusundan uzak bir anne yüreğinin alacağı haller, herhalde anlatılacak türden olamazdı.
Bu kovalamaca oyununu uzun bir süre iyi idare ettim. Derken bir gün çok kötü yakalandım. İçimdeki sıkıntının verdiği birikimle mutlu olmayı becerememiş olacağım ki ‘sen iyi değilsin!’ diyerek beni yakalamıştı. Sobelenmemle ağlamayı koyvermem bir oldu. Telefonu kapadım ve ağlamaya devam ettim.
Telefonu
tekrar açtığımda onun da sesi ağlamış geliyordu. Ve o an anneme şunları
söyledim:
-“Anne ben bir insanım. Mutlu olabileceğim gibi, üzgün de olabilirim. Ben bu aralar mutsuz olmak, ağlamak istiyorum. Ağladığım ve mutsuz olduğum içinse kendini kötü hissedebilirsin ama ben bu duygumu rahatça yaşayabilmeliyim.”
-“Anne ben bir insanım. Mutlu olabileceğim gibi, üzgün de olabilirim. Ben bu aralar mutsuz olmak, ağlamak istiyorum. Ağladığım ve mutsuz olduğum içinse kendini kötü hissedebilirsin ama ben bu duygumu rahatça yaşayabilmeliyim.”
Şu an
düşünüyorum da belki o kadar uzakta anneme bunu yaşatmayabilirdim ama olan oldu
artık. Ve böylece mutsuzluğumun tadını çıkardım. Sonrasında aylarca üzerimde
taşıdığım sıkıntılar sırtımdan inmişti. Fark etmemiştim bile. Ağlamanın böyle
faydaları mı vardı? Yoksa o an ihtiyacın olan duyguyu yaşayabilmek miydi iyi
gelen? Bir baskı hissetmeden, zorunda olmadan… Kolay kolay ağlamayan
insanlardanım, hani bazıları için “ağladığını
kimse görmez” derler ya işte öyle biriyim. Sanırım ağlamak için
dayanamayacağım acılar çekene kadar gözyaşlarımı tutabilmeyi meziyet sayarım.
Bu sebeple de ağlayan birini gördüğüm zaman tüm sempatimle ben de kötü
hissederim; ne yapacağımı bilemem; elim ayağıma dolaşır. O gün bunları
yaşadıktan sonra bir şeyler değişti. Duyguları özgürce yaşayabilmenin rahatlatıcı
etkisini bir kere tattım ya; artık ağlayan bir arkadaşımı görünce gidip sessizce
kollarımı açarım. Ona kocaman sarılır, sırtını ufak ufak sıvazlarım, göz
pınarları doyana kadar duygusunu yaşasın derim. Sonrası mı? Sonrasına beraber
bakarız.
Gerek ailemiz, gerek arkadaşlarımız, gerekse iş ortamımız bizleri otomatik olarak ‘mutlu olmak zorunda’ hissettiriyor. Dışarıdan bakıldığında bu iyi niyetli olarak görünse de öyle anlar oluyor ki mutsuz görünürsek bir suç işlediğimizi ve ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Canımız acısa da aksini ispat etmek için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. ‘Yani oynuyoruz. Sahne, sahne ışıkları, alkışları bekleyiş derken yoruluyoruz.’
Wilhelm
Schmid bir kitabında bu konuyu çok iyi işliyor. Kitaptan bir kesit:
İnsanları sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağda yaşamak, bu durumu iyice ağırlaştırır. İlan panoları “Mutluluk!” diye bağırır. Reklam spotlarından “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları çakar. Broşürler “Daha fazla mutluluk!” vaat eder. Gezi düzenleyen kuruluşlardan “Mutlu olma garantisi”yle yer ayırtabilirsiniz. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları” başlığı atan gazeteler, çok geçmeden hayretle sorarlar: “Niçin daha mutlu değiliz?”
İnsanları sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağda yaşamak, bu durumu iyice ağırlaştırır. İlan panoları “Mutluluk!” diye bağırır. Reklam spotlarından “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları çakar. Broşürler “Daha fazla mutluluk!” vaat eder. Gezi düzenleyen kuruluşlardan “Mutlu olma garantisi”yle yer ayırtabilirsiniz. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları” başlığı atan gazeteler, çok geçmeden hayretle sorarlar: “Niçin daha mutlu değiliz?”
Furkan BAYRAM
Duyguları özgürce yaşayabilmek, evet, işte o zaman hüzün de çok eşsiz, kalemine sağlık👏👏
YanıtlaSilTeşekkür ederim güzel yorumun için. :)
Sil